Bugün Çek Cumhuriyeti topraklarında bulunan Bohemya’dan Paris’e gelenleri tanımlamak için kullanılan “Bohémien” kelimesi, zaman içinde sanatta özgürlük ve haz arayışına giren, alışılmadık yaşam tarzına sahip kimseler tarafından benimsenmeye başlamıştı. Bu yaşam tarzı, doruk noktasına Paris ve özellikle de Montmartre’da ulaşacaktı.
Günümüzde rengarenk kafelere, dünyaca ünlü restoranlara ve canlı müzik mekânlarına ev sahipliği yapan Montmartre, bir zamanlar “aylak kent gezgini” olarak nitelendirilen, zevk ve eğlence düşkünü flâneur (flanör) ve bohem sanatçıların uğrak yeriydi.
Şehrin keşmekeşinde işe gidip gelen ve sürekli bir yere yetişmeye çalışan insanlara karşı bu kimseler, sokaklarda bir başına aylak aylak dolaşır, sanatlarına ilham verecek gözlemler yapar veya sadece düşünürlerdi.
Paris’in yüksek rakımlı bu yerleşim yeri, ziyaretçisine rengarenk mekânlar ve en güzel Paris manzarasını sunmasının yanı sıra ismi bugüne ulaşan bohem sanatçıların da ilham kaynağıydı; bu haliyle kültür sanat camiasının da sıkça uğradığı bir yerdi.
Bohem Paris
Montmartre’ın bohemlerin takıldığı bir yer olma sebebiyse, o dönemde hem yaşam hem de çalışma alanı olarak kiraların ve Paris’in merkezine göre vergilerin düşük olduğu bir yerleşim olmasıydı. Aynı zamanda her türlü baskıdan uzak bir yer arayışına da cevap veren Montmartre, şarabın da daha ucuz olduğu bir yerleşim yeri olarak bohemlerin uğrak yeri haline gelmişti.
İşin yaratıcılık kısmı ise sanatçıların kullandığı keyif vericilerde, buldukları hazda ve birbirleriyle yaptıkları saatler süren entelektüel sohbetlerde saklıydı. Yüksek rakımlı olması ve Paris’i kuş bakışı görme imkânı sağlaması da özellikle izlenimci ressamlar için büyük bir ilham kaynağı oluyor, şehrin keşmekeşinden ve pahalılığından uzak bir şekilde yaratmalarına olanak tanıyordu.
Sanatsal ilham kaynağı olarak Montmartre
Montmartre’ın sefahatli kültür sanat dünyasını şenlendiren isimler arasında kimler yoktu ki! Kübizmin öncüsü Pablo Picasso, sürrealist Salvador Dalí ve izlenimciliğin önde gelen isimlerinden Claude Monet, Edgar Degas ve P. A. Renoir’in en meşhur eserlerinden bazıları burada tuvale yansımıştı. Picasso’yla önce dost ardından kavgalı olan ünlü ressam ve heykeltıraş Amedeo Modigliani de yine bohem yaşam tarzıyla Montmartre’ın meşhur sanatçıları arasındaydı.
En iyi edebiyatçılar arasında yerini alan Émile François Zola ve besteleriyle piyanoya kişilik kazandırarak notaları ruhumuza işleyen Erik Satie de buradaki bohem yaşamdan ilham alıyor ve eserleriyle ölümsüzlüğe ulaşıyordu. Burada sürekli yaşasın ya da yaşamasın ve sanatın hangi dalından gelirse gelsin birçok sanatçının uğrak yeri olan Montmartre’ta, meşhur yazarlar Ernest Hemingway, Gertrude Stein, F. Scott ve Zelda Fitzgerald’ların da ayak izlerine rastlamak mümkün.
Filmlere de konu oldu
Saydığımız isimlerden günümüze doğru geldiğimizde Montmartre, yine birçok sanat dalına ve sanatçıya ilham vermeye devam ediyordu. Örneğin Charles Aznavour’nun unutulmaz parçası “La boheme” hem bohem hayata hem Montmartre’a saygı duruşu niteliğindeydi. Bununla birlikte Jean-Pierre Jeunet’nin içimizi ısıtan filmi Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain (2001) da bu yerleşim alanında çekilmiş bir filmdi.
Yine Montmartre sınırındaki Pigalle’de şarkı söylerken keşfedilen ve Fransa’yla özdeşleşen şarkıcı Édith Piaf’ın hayatını anlatan La Môme (La vie en rose, 2007) da Montmartre’ın doğal film stüdyosu olarak kullanıldığı yerler arasındaydı.
Hem bohem yaşam tarzını hem de oradan yolu geçen sanatçıları, izleyicinin bir rüyasıymış gibi beyazperdeye yansıtan Midnight in Paris (2011) filmi de Bohem Paris nostaljisini yaşatan filmler arasında sayılabilir.
Bu arada bohem yaşam tarzını konu alan filmlerden daha önce bahsetmiştik. (https://clandestino.com.tr/blogs/clandestinoblog/gelmis-gecmis-en-iyi-bohem-filmler) Burada yazdıklarımızla birlikte bir liste hazırlayarak kendinizi bohem düşlerin kollarına bırakabilirsiniz.
Burada kendinizi bohem gibi hissedebilirsiniz
Montmartre demişken şöhreti dünyaya yayılan kabare Moulin Rouge’u da anmadan geçmeyelim. Fransa’nın kültürel coşkusunun ayyuka çıktığı Belle Époque döneminin önemli sembollerinden Moulin Rouge, can can dansının modern biçiminin ve Fransız kabaresinin doğum yeriydi.
Hepsini üst üste koyduğumuzda Montmartre’ın günümüzde turistik cazibe noktası olmaya devam etmesi çok doğal. Siz de bir gün Paris’e gidecek olursanız veya Paris’e gidip de orayı ziyaret etmediyseniz Montmartre’ı mutlaka görmelisiniz; orada Montmartre Treni’yle kısa bir tur atabilir, uzun merdivenlerde fotoğraf çektirebilir, Place du Tertre’te sokak sanatçılarına portrenizi yaptırabilir ve Bohem tarzınızı (bohem tarz nedir?) sokağa yansıtarak siz de kendinizi bir bohem gibi hissedebilirsiniz.
Montmartre’ta belki bir gece saati Café des 2 Moulins’de Renoir ile Monet’yle karşılaşır veya oturduğunuz barda Zola ile Hemingway’i sohbet ederken bulabilirsiniz. Yine o barda size sırtı dönük bir şekilde duran kişi Van Gogh olabilir, elinde gitar tutuyorsa o kişi kesin Django Reinhardt’tır.
Bohem giyim konusunda bilgi almak istiyorsanız daha önceki yazılarımıza göz atabilirsiniz: